Ziraat Yüksek Mühendisi Neslihan Balamir, altı sene önce, eşi Cantuğ Balamir ile ismini Zerun 1650 olarak koydukları fırını açarken “İnsan ve buğdayı birbirine bağlayan bir köprü” olmak üzere yola çıkmış. Sadece bir fırın fikrini kabul etmeyen Neslihan Balamir, bu anlamda Zerun 1650’yi, adı anıldığında insanların aklına “sağlıklı tarım, sağlıklı buğday, sağlıklı tohum” gibi düşüncelerin geleceği bir yer olarak konuşlamış. Bu bakış açısının bir yansıması olarak da söz konusu düşünce ve iş yapış tarzını oturtmaya çocuklardan başlamış. Oluşturduğu Buğday Abla karakteriyle anaokulu ve ilkokullarda atölyeler düzenleyerek çocuklara bir tohumun ekmek olmaya kadar giden serüvenini anlatmış. Yazdığı “Buğday Abla ve Sihirli Buğday Tanesi” isimli kitabıyla da bütün çocuklara ulaşmak üzere sağlam bir adım atmış.
mesele.com olarak Neslihan Balamir ile bir araya geldik ve kendisinden Zerun 1650, Buğday abla, tohum ve kitap üzerine serüvenlerini dinledik.
Zerun 1650’nin sizdeki karşılığını “İnsan ile buğday arasındaki köprü” olarak açıklıyorsunuz. Zerun 1650 kurulalı altı sene oldu. Bu sürede bu köprüyü kurduğunuza inanıyor musunuz yoksa bu köprü, sonsuza kadar tadilat devam edecek hiç bitmeyecek bir çalışmayı mı ifade ediyor?
Köprünün başlangıcını yaptığımıza inanıyorum; hâlihazırda köprünün bir taslağı, bir iskeleti var. Her geçen gün de köprümüze yeni bir ekleme yapıyoruz. Köprü, bir ucu diğer uca bağlayan sistem anlamını taşıyorsa biz de bu eksende çalışıyor ve projeler üretiyoruz. Köprü algımız sonsuz elbette. Bu, insana bağlı bir iş. Dünya ve biz değişiyoruz. Ancak en temelde savunduklarımız ve inandıklarımız değişmiyor. Belki mevcut duruma yeni eklemeler oluyor, belki çoğalıyor ama o iskelet sabit. Zaten bizim amacımız onu güçlendirmek. O iskeleti güçlendirdikçe üzerine eklediğiniz yol, bir bakıma hayatın döngüsü aslında.

Bu döngünün yönünü sağlıklı ve güvenilir bir tarımdan tarafa döndürmek adına çalışıyorsunuz. Daha geniş bir perspektiften sormak isteriz: Tarım Bakanı siz olsaydınız, nasıl bir politika yürütürdünüz?
Ben, yaşadığı coğrafyaya hayran olan bir mühendisim. Bu coğrafyanın toprakları ve ürünleri için de yaptığım ilk yorum, muhteşem oldukları oluyor. Bununla birlikte elbette temel ihtiyaçlar var. Şu anki tarım politikalarının insanları ve toprağı doğru besleyebildiğini, tohumu koruyabildiğini, biyoçeşitliliğe katkı sağlayabildiğini düşünmüyorum. O yüzden şu an Tarım Bakanı olsam bir enkaz devralacağımı bilerek işe başlarım. Önce Türkiye haritasını bir önüme sererim. Ne kadar kişiyiz, ne kadar üretim alanımız var, hangi alanlarda üretim yapılmalı, imara açılmış verimli tarım arazileri nerede ve ne kadarlar gibi soruların cevabını ararım. Bunun için elbette hem işinin ehli hem de benim çok güveneceğim insanlardan oluşan komiteler kurarım. Herkese birer bölge verip sonrasında halkımızın temiz gıdaya ulaşabileceği miktara dair birkaç matematiksel hesap yaptıktan sonra da kolları sıvar, üretime geçeriz. Ben de işin her daim içinde olurum elbette. Üç tarafımızın denizlerle çevrili olması, dikdörtgen bir yapıda olmamız, bunlar çok büyük avantajlar. Dikdörtgen yapı demek bir tarafta hasat biterken diğer tarafta başlıyor anlamına geliyor. En temelde biz yaşamımızı devam ettirmek için besleniyoruz. Bizi besleyecek, bizi ayakta tutacak ve bunu sağlıklı bir şekilde yapacak hangi gıdalar var, onlara bakmak gerekir. Burada da elbette çözüm, yerel çeşitler. Biz yaşadığımız coğrafyanın tohumuyla, gıdasıyla, geleneğiyle büyüyoruz ve büyütüyoruz. Bu sebeple bütün yerel çeşitlerimizi ekip onlardan alacağımız şifaları aldıktan sonra bize “Super food” olarak tanıtılan ve bir yerlerden devşirilmiş gıdaların gelişimine bakarız. İhtiyaç özelinde, toprağı tanıyarak, o bölgenin yeme alışkanlıklarını bilerek hareket etmeliyiz. Bölge bazlı baktığımızda aynı bölgenin farklı köylerinde bile farklı pişirme yöntemlerinin olduğunu görebiliyoruz. Bunlara yabancılaşmadan, üstenci bir yerden bakmadan, mevcut yemek kültürünün içine yerel çeşitliliği sokarak üretim yapmanın doğru olacağını düşünüyorum.
“Dünyada hepimize yetecek kadar gıda üretiliyor. Burada asıl mesele…”
Genetiği değiştirilmiş organizmalar, kimyasal gübreler, tarım ilaçları ve hibrit tohumlar çıkarken hep şunlar söylendi: “Dünya nüfusu çok ciddi bir şekilde artıyor ve biz bu üretim performansıyla bu insanları besleyemeyiz. O yüzden, birim alandan daha fazla verim alabileceğimiz bu ürünleri çıkartalım ve uygulayalım.” Bu, çok büyük bir yalan. Veriler, bu ürünlerin -ki biz onlara “zehir” demeyi tercih ediyoruz- kullanıldığı topraklarda verim artışının değil, azalışının gözlemlendiğini ortaya koyuyor. Hatta toprağın ölmesi gibi çok can sıkıcı sonuçlardan bahsediyor. Biz hep şunu söylüyoruz: “Dünyada hepimize yetecek kadar gıda üretiliyor. Burada asıl mesele üretilen gıdanın adaletsiz bir şekilde dağıtılması. Bizim bunu gündeme almamız gerekiyor.” Uygulanan sömürücü tarım politikaları bunda çok büyük etken. İsraf, tüketim toplumu dayatması, “Her şey dahil konsept” tavrının, insanın midesinin alamayacağı ölçüde tüketmesinin sıradan görülmesinin ne toprağa ne insana ne de geleceğe hiçbir faydası yok. Beslenme programlarımızı temel ihtiyaçlarımız özelinde yapabiliriz. Üretimimizi de öyle. “Artık tohum kalmadı, toprak bitti” gibi insanları umutsuzluğa düşürecek söylemleri biz kabul etmiyoruz. Bir gıda paranoyası oluşturulmaya çalışılıyor ama durum hiç öyle değil. Elbette bununla birlikte tarımda kontrolsüz ilaç (zehir) kullanımı var mı, evet var; tarım arazileri imara açılıyor mu, evet açılıyor; çiftçiliğin önü kesiliyor mu, evet kesiliyor, küçük üretici ortadan kaldırılmaya çalışılıyor mu, evet çalışılıyor. Ama bütün bunlara rağmen güzel topraklarımız, iyi üreticilerimiz ve temiz tohumlarımız da var. O yüzden o tohumları, o toprakları, o üreticileri bulmak ve bağlar kurmak meselenin çıkış noktası diye düşünüyorum. Çözüm, büyük endüstriyel çiftliklerde değil; küçük aile işletmelerinde. Bu demek değil ki bu ülke başka ülkelere ihracat yapmayacak, elbette yapacak. Yine elbette büyük üretim tesislerimiz olacak. Ama ben bu ülkenin Tarım Bakanı isem önce kendi halkımı bölge bölge ele aldığım bir tarım politikasıyla; yeme kültürüne yetiştiriciliği kattığım bir anlayışla besleyip daha sonrasında işin global kısmını geliştirebilirim. Önceliğim her zaman halkımın temel besin ihtiyacı ve çiftçimin üretime devam edebilme koşullarının iyileştirilmesi olurdu ki bunları yapabilmemiz gayet mümkün.

“Yönümüzü doğaya, aklımızı kadim bilgiye çevireceğiz”
Burada kullanılan dil de etkili sanki. Eskilerin “zehir” dediğine şimdi “ilaç” diyoruz. Çünkü artık herkes kullanıyor. Dildeki bu değişimin ne kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz?
Dili kesinlikle değiştirmek gerekiyor. Şunu net bir şekilde söyleyebilirim ki bunu bile isteye yapıyorlar. İki örnekle anlatayım:
Birincisi şu: Biz buna eskiden neden zehir diyorduk da şu an ilaç diyoruz? Çünkü zehir kelimesi oldukça itici, tüyleri ürperten bir kelime. Ama ilaç dediğimizde sanki bize iyi gelecek bir ürün havası yaratılıyor. İlaç endüstrisindeki büyük devler, artık bu alanın içinde. Öylesine dört koldan saldırıyorlar ki; hem bu GDO’lu ve hibrit tohumları hem bu tohumların büyümesi için zorunlu tuttukları gübreyi hem ürüne hastalık, yabani ot veya zararlı vurduğunda kullanmak gereken ilaçları hem de bu tohumlardan yetişen ürünü tüketip hasta olan insan ve hayvanların kullanacağı ilaçları aynı firmalar üretiyorlar. Bu, devasa bir tekelleşme, büyük bir zincir. İşte o yüzden artık isim zehir değil de ilaç oldu. Ben kişisel olarak, “Şifa, topraktan alınır” sözüne çok inanıyorum. Bunu Anadolu’da çok duyarız. İsterim ki gençlerimiz de bu gerçeği bilsin, bu cümleyi her yerde söylesin. Ayrıca Hipokrat da yüz yıllar önce söylemiş, “İlacınız gıdanız, gıdanız ilacınız olsun” diye.
İkincisi ise şu: Sanayi Devrimi döneminde margarini ülkelere sokmak için zeytinyağı gibi kıymetli bir ürünü ortadan kaldırmak için büyük bir proje yürütülmüş. Hatta iş öyle boyutlara ulaşmış ki, “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” gibi sözler geçen şarkıları bizim dilimize, kültürümüze sokmuşlar. O yüzden elbette dili, kültürü kullanıyorlar. Bunu yayınlarıyla yapıyor, moda akımıyla yapıyor, tüketim kültürüyle yapıyor, sosyal medyasıyla yapıyor vs. Basma da giyeriz zeytinyağı da yeriz…
Bizim yapacağımız ise çok açık: Yönümüzü doğaya, aklımızı kadim bilgiye çevireceğiz. Kadim bilgilerdeki toprak ilişkisine, av-avcı ilişkisine, kültürel ilişkiye, yeme-içme ilişkisine, kılık-kıyafet ilişkisine ve daha pek çoğuna bakmak lazım zira hepsi birbiriyle bağlantılı. Halk oyunları dediğimiz oyunların her bölgede ayrı olmasının nedeni bile oradaki yaşam tarzı, beslenme alışkanlıkları ve kılık kıyafet. Zaten biz bu bütüne hayranız. Bu bütüncül bakış açısına sahip olduğunuzda hiç de öyle umutsuz da olmuyorsunuz.
“Masallara ve tohumlara çok inanıyorum”
Tam da bu noktada Buğday Abla projesine geçmek isterim. Bu proje ile neyi amaçladınız ve şu an hedeflediklerinizin neresindesiniz?
Ben uzun yıllardır çocuklarla çalışan bir mühendisim. Onlarla bir arada olduğum zamanlarda çocukların yedikleri gıdaya ne kadar yabancı olduklarını fark ediyorum. Havucun ağaçta yetiştiğini söyleyen, yer fıstığının Antep fıstığı ile aynı bitki olduğunu düşünen, toprağın altının ölü olduğuna inanan çocuklar var. Onları görmek, gözlemlemek adına çok kafa yordum. Masallara ve tohumlara çok inandım ve hâlâ gücümü oralardan alıyorum. Ve yine Anadolu’daki “Masallar anlatılırsa, tohumlar ekilirse yaşar” deyişi yol göstericim oldu. Masallarla büyümüş bir çocuğum ben. Buğday Abla kitabımı ithaf ettiğim rahmetli anneannem hem çocuklarını hem de torunlarını masallarla büyütmüş bir kadındı. Sosyal medyanın olmadığı o dönemlerde anlatıcılık diye bir iş vardı. Bunların hepsini heybeme koyup anne de olunca daha kapsayıcı olmak istedim. Çocukların her gün gördükleri, tattıkları, hayatlarının içinde olan, kolay ulaştıkları ekmeğin ellerine gelinceye kadar hangi aşamalardan geçtiğine dair hiçbir fikirlerinin olmadığını görünce kafamda birçok nokta bir anda birleşti. Zerun 1650’yi beraber kurduğumuz yol arkadaşım eşim Cantuğ Balamir’e, “Biz çok uzun zamandır buğday çalışıyoruz. Türkiye coğrafyasında ekolojik tarım çalışıyoruz. Ama asıl, çocuklara bir buğday tanesinin ekmeğe döndüğü o serüveni anlatmalıyız. Biz o serüveni birebir yaşıyoruz, ne kadar büyülü olduğunu görüyoruz ve biz bunu çocuklara da aktarmalıyız. Çünkü onlar bu konulara çok yabancılar. Doğayla şefkatli bağlar kurmalılar.” dedim.
Biliyoruz ki özellikle şehirlerde yaşayan çocukların doğayla kurdukları bir bağ yok. Çocuklara “Ormana nerede gidiyorsun?” diye sorduğumda “Tatil köyünde gidiyorum” gibi yanıtlar alıyordum. İşte tüm bunlar, Anadolu coğrafyasının buğdayı ile uğraşan bir kişi olarak bende bir adım atma hissiyatı ve ihtiyacı doğurdu. Bir buğday tanesinin ekmeğe döndüğü serüveni çocuklara anlatmak istedim. Bu fikir bir karakter oluşturma fikriyle daha da gelişti ve bu karaktere “Buğday Abla” ismini verdik. Abla olsun ki hani net bir anne rolünde değil de çocuklarla daha rahat arkadaş olabilecek, onlarla daha rahat konuşabilecek bir yerden yaklaşsın istedik. Bu Buğday Abla; tohum eken, büyüten, hasat eden, hasat ettiği ürünü değirmene götüren, değirmenden un aldıktan sonra mutfağına giren, ekmek yapan ve en son etrafıyla bunu paylaşan bir karakter olsun istedik. Onun bir heybesi olsun, heybesinin içinde tohumlar olsun, o tohumları “Kurda, kuşa, aşa” diyerek etrafa saçsın, çocuklarla beraber çember olarak hem sınırı hem de güveni paylaşsın, şarkılar söylesin ve bunları bir masal anlatır gibi yapsın… Çocuk tohumu da görsün, onun filizlendiğini de görsün, başak hâlini de görsün, un hâlini de görsün, ekmeği kabartan o ekşi mayayı da görsün, koklasın ve en son da bu ekmeği tatsın. Böylece bir bağ kursun. Günün sonunda da çocuk bir sorumluluk alsın, o tohum ona emanet edilsin, beslesin, büyütsün ve başkalarıyla paylaşsın. Kurgu tamamen bu süreç üzerinde şekillendi.

“17 okulda 444 öğrenciyle buluştuk”
Biz nitelikli iş birliği yapmaya açık bir ekibiz; sınırlarımıza ve isteklerimize uygun nitelikli iş birlikleri kurmak istiyoruz. Fakat bu yola çıktığımızda nitelikli iş birliğini kimseyle yapamadık. O zaman, “Bir çağrı yapabiliriz çünkü bizim gibi düşünen okullar mutlaka vardır” diye düşündük. Zerun1650 olarak bu işe bir bütçe ayırmak istedik. Okullara bir çağrı yaptık, onlara şunu söyledik: “Bizi okulunuza davet edin, gönüllü olarak gelelim, çocuklarla beraber bir çember kuralım ve onlara bir buğday tanesinin ekmeğe döndüğü serüveni anlatalım.” 2,5 ay gibi kısa bir sürede 17 okul ve 444 öğrenciyle buluştuk. Bunların tamamında malzemelerimizi yanımızda götürdük. Okullardan sadece çember kurabileceğimiz bir alan açmalarını istedik. Hem anaokullarından hem de ilkokullardan davet geldi, biz de 17 tanesinin davetine icabet ettik. Bu okullarda öğrencilerle birlikte birebir buluştuk, tohum ektik ve tohumlarımızı da onlara emanet ettik. Bu buluşmalardan bizim de öğrendiklerimiz, çıkarımlarımız oldu. Müthiş bir deneyimdi.
Peki ya kitap fikri nasıl doğdu?
Bu aşamadan sonra istedik ki bu projenin bir sonu olmasın. Bu düşünce bizi bir kitap fikrine götürdü. Çocuklarla yaptığımız bu atölyeyi bir kitaba dönüştürerek daha çok kişiye ulaşabiliriz diye düşündük. Bir Buğday Abla karakteri yarattık ama bir öğretmen de, bir anne de, bir çocuk da Buğday Abla olabilsin istedik. Bu kitap da herkes için bir kullanım kılavuzu olur düşüncesiyle hareket ettik. Bunu yayınevlerine sunduğumuzda onlardan gelen tekliflerin hiç adil olmadığını gördük. Maddi-manevi tüm riski proje sahibine ya da yazara yükleyen adaletsiz teklifler alınca alternatif seçeneklere yöneldik. Aklımıza en çok yatanı kitabı kendimizin basması oldu. Gıdada da, yayımcılıkta da ve en nihayet yaşamda da adil olmayı baş köşeye koyan insanlar olarak bir yayınevi kurma kararı aldık. Zerun 1650 Yayıncılık isminde bir yayınevi kurduk. Bir tohum gözlemcisi olan çok değerli Lalehan Uysal’a dedim ki, “Buğday Abla’yı bir kitaba dönüştürmek istiyorum ve sen bunun editörlüğünü, kreatif direktörlüğünü yapar mısın?” Lalehan, çok beğendiğim bir akıl ve bir göz. O da okudu, beğendi ve kitap fikrine katıldı. İyi bir çizer bulmamız gerektiğini söyledi. Bizi Birnur Temel Birtane ile tanıştırdı. Benim anlatıcılığıma onun da çizgileri katıldı ve ortaya bir kitap çıktı. Bu kitap zamanla bizim güçlü bir aracımız hâline geldi. Ulaşmak istediğimiz kişilere, okullara çok daha rahat ulaşabiliyoruz. En temelde amacımız bir değil çok fazla Buğday Abla olsun idi. Yolu da güzel gitti. İstanbul’dan ziyade Anadolu’da kitaba dair daha çok çalışma yapıyoruz. Yola çıkarken kitap ya da yayınevi gibi bir proje de yoktu. Ama en nihayet heybeden bir de kitap çıktı, iyi ki de çıktı.
“İyilik, oldukça masalsı bir durum”
Çocuklar ile ilgili kısım tamam. Gel gör ki pek çok veli de çocuk kitapları okudukça aslında ne kadar çok şey bilmediğini gördüğünü söylüyor. Velilerden nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?
Masallarla büyüyen bir çocuk olarak kitabı hem yazarken hem de basarken niyetim şuydu: Anneanneler, babaanneler, dedeler bu kitabı alsın ve kendi yorumlarını da katarak torunlarına okusun. Kitabı okuduktan sonra beraber ekşi mayalı ekmekler yapsınlar. Ekmek kokusu yuvayı anımsatan ve mutluluk veren bir koku. Elbette yazarken amacımız beyaz ekmek yapılsın değildi. Kitabın içinde bir ekmek yapma tarifi de var. İlk başta ekşi mayayı herkes biliyor gibi düşündük ki bu yanlıştı. En nihayet veliler ikiye ayrıldı: Bir grup çok büyülendi çünkü kendi çocukluklarına gittiler. Kitapta bahsi geçen ekşi mayayı kendilerinin bildiğini, güzel anılarla hatırladıklarını ancak çocuklarına aktarmadıklarını fark ettiler. Kitap onların bu aktarımı yapmasına vesile oldu ki bu bence çok kıymetliydi. Diğer bir grupta ise konfor alanından çıkmak istemeyenler oldu. Bu grup daha çok “Evet tamam ama çok zor” tepkisinde birleşti. Biz gıdada veya hayatın herhangi bir alanında en iyisine sahip olmak istiyoruz; en iyisine, en güzeline, en sağlıklısına, en ucuzuna ve en kolayına sahip olmak istiyoruz. Bir mühendis olarak söylüyorum ki; böyle bir denklem yok. Böyle bir girdinin böyle bir çıktısı yok. En iyisini en ucuza ve en kolay şekilde istemenin matematikte bir yeri yok. En nihayetinde aileler; çok sıcak gelenler ve çok yabancı gelenler olarak ikiye ayrıldı.
Size şöyle denildiğini farz edelim: “Neslihan, ne söylemek istersen bir-iki cümleyle söyle, biz onu caddelere, sokaklara, her tarafa asacağız.” Cümle(leri)niz ne olurdu?
“İyi, adil, güvenilir ve zehirsiz bir yaşamın peşindeyiz.” Bu yaşam içerisinde gıda da var, kitap da var, kıyafet de var, yaşam hakkı da var, temel hak ve özgürlükler de var vs. Yaptığımız her ne ise adil, güvenilir ve zehirsiz olmalı. Elbette en nihayet bize de iyi gelmeli. Çünkü eğer bize iyi gelirse ancak o zaman herkese iyi gelecektir. İyilik kapı açar, iyilik iyi gelir, iyi iyiyi çeker, iyi iyidir… Bu iyilik hâli de oldukça masalsı bir durum, Anadolu’ya dair bir durum.